16 Haziran 2020 Salı

OSCAR WILDE - DORIAN GRAY'İN PORTRESİ


     Kendi adıyla yazıp yayınladığı ilk ve tek romanı olan "Dorian Gray'in Portresi" son derece trajik olan yaşam hikayesi gibi eşsizdir. Yaşantısının bir başyapıt olmasını isteyen yazarın dilekleri resmen kabul olmuş diyebiliriz. 
     İtiraf etmeliyim ki; özgün konusu ve itinayla seçilmiş kelimelerle donattığı şiirsel anlatımı, okurları astral bir seyahatle o dönemin İngiltere'sine taşımaktadır. 
     Wikipedia çalıntısı bir bilgiye göre Oscar Wilde romanındaki üç ana karakteri için şöyle demiştir; "Basil Hallward, ben olduğumu sandığım kişidir; Lord Henry dünyanın ben sandığı kişidir; Dorian ise benim olmak istediğim kişidir, belki başka bir çağda..."
    Kitabı okurken bir çok sayfada durup cümleleri tekrar tekrar başa dönüp, düşüne düşüne  okudum. Üzerine bir de Elliot Engel'in akademik notlarından derlediği "Oscar Neden Wilde Oldu?" kitabını okuduğumda bulmaca kendisini tamamladı. Çılgın fikirleriyle etrafındaki gençlere ilham kaynağı olan Wilde, "Dorian Gray'in Portresi"'ni yazma fikrini başkalarıyla paylaşmasına rağmen bu eseri kaleme almayı kendisine bırakmalarını rica etmişti. Hedonizm öğelerine çokça rastlanan bu nüktedan eseri ondan daha iyi yazabilecek birisi olduğunu düşünmüyorum. 
     "Dehamı hayatımla gösterdim, yazdıklarımla ise yalnızca yeteneğimi sergiledim." diyordu yazar. Hayat hikayesine baktığımızda eseriyle daha kolay bağlantı kurabiliyoruz. Eğitimli bir aile, şair bir anne, dünyaca ünlü doktor bir baba... Tanıdıkça abartılı tavırlarını annesinden miras aldığını görüyoruz. Oscar Wilde bir estet. "O da ne?" mi diyorsunuz? Elliot Engel bu terimi şöyle açıklıyor: "Estet özellikle sanatsal alanlarda güzelliğe karşı üstün duyarlılık sahibi insanlara denir." Şu an böyle bir meslek var mı bilemiyorum ama daha beterleri olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Wilde, güzel nesneler toplayan, kendisini ifade etmekte zorlanan biri olarak objelerden destek alıp ellerinde ruhunu simgeleyen leylaklarla dolaşan, farklı giyinmeyi seven, hazır cevap ve insanların anlamasa da dinlemekten keyif aldığı bir karakterdi. Kim bilir belki de güzelliğe aşırı düşkün olduğundandır, bu hayattaki bir çok sınavı güzellikle ilgili oldu. Bir fahişeden kaptığı frengi hastalığını iyileştirmek için civa kullandı. Hiçbir işe yaramamakla birlikte tüm dişlerini eritip, kapkara bir çürük yığınına dönüştürdü. Bu nedenle bir rivayete göre konuşurken ve gülerken hep ağzını kapatırdı. 
İkna gücüne sonuna kadar güveniyordu. Hatta öylesine güveniyordu ki, Queensburry Markisi'nin oğlu ile ilişkisi ortaya çıktığında, Marki'nin ona iftira attığını diretecek kadar ileri gitti ve Marki'ye dava açtı. Beklenmeyen son bu şekilde başladı. Eski dostlarından para dilenecek duruma düşen yazarın ölümü yalnız oldu. Yine de Wilde'ın hayat hikayesinin anlatımına mahkemede yüzümüzü gülümseten şu sözleriyle son vermek istiyorum: "Hepimiz çirkefteyiz, efendim. Ama bazılarımızın gözü yukarıda, yıldızlardadır." 
      Kitabın özetini yazmayacağım, alın hepiniz okuyun. Çünkü kişinin kendisini masum bulup yanıldığı anlara, bencil dünyasına, en derin samimiyetsizliklerine ayna tuttuğu bir eser. Kitaptaki karakterlerden ressam kendi halinde bir adam. Hatta bir yerde ressamlar ve sanatçılar için söylediklerinin birebir gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Şöyle diyordu: "İyi sanatçılar yalnızca ürünlerinde var olurlar, bunun sonucu olarak da kişilikleri silik kalır." Bu büyük bir adanmışlığın nasıl da güzel bir tarifidir. 
     Zaman zaman içimizdeki o uslanmaz varlığa engel olamaz ve büyüklenerek birilerine akıl verip kendi aklımızca o kişileri etkilemek, dönüştürmek ya da değiştirmek isteriz. Esasen bu iyilik kisvesi altında, kendi egomuzu tatmin eden son derece bencil bir tavırdır. Bununla ilgili Lord Henry şöyle der: "İnsanın birini etkilemesi demek ona kendi ruhunu vermesi demektir de ondan. Bu insan kendi doğal düşünceleriyle düşünmez artık, kendi doğal ihtiraslarıyla yanmaz. Erdemleri sahici değildir. Günahları - günah diye bir şey varsa eğer - ödünçtür. Bu insan başka birinin müziğinin yansıması olup çıkar, kendisi için yazılmamış bir rolde oynayan bir aktör." Romanın başka bir yerinde de şunlar yazıyordu: "Çok zaman başkaları üstünde deneyler yaptığımızı sandığımız sırada kendi üzerimizde deneyler yapıyorduk." 
     Kitabı okudukça bu adam bu kadar dahiyane bir konuyu, yani insanın ruhunu şeytana satma konusundaki sınavını nasıl oldu da bu derece mükemmel bir fikirle bağdaştırabildi diye sorguluyorsunuz. 
     Ayrıca kitaptaki Dorian Gray'in bir çok hobisi gerçek hayatta Oscar Wilde'ınkilerle de örtüşmektedir. Maymun iştahlı bir biçimde bir mücevherlere, bir kadınlara, bir işlemelere merak sarması güzellik arayışının yaşantısının her alanda olduğunu kanıtlamaktadır. 
     Yazarın seçmiş olduğu tüm kelimelerin beni çok etkilemiş olması da romana duyduğum hayranlığı arttırmıştır. Örneğin "... uykuyu o mor mağarasından dışarı çıkartmak zorundaymış gibi..." cümlesi gözlerimizi karanlıkta kapattığımızda yattığımız yerin derinlerine doğru çekildiğimizde gördüğümüz mor ışık hüzmesinin hoş bir tasviri gibidir. 
     Düşünsenize günün birinde bir dilekte bulunuyorsunuz ve bunu o kadar içten diliyorsunuz ki, o dilek sizin lanetiniz haline geliyor. Dorian tüm içtenliğiyle "Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... bunun için her şeyi verirdim!" diyor ve bu dileği gerçek oluyor. Beni en çok etkileyen bölümlerden biri de portrenin ilk değişmeye başladığı andı. Bir genç kızın intiharına neden olduktan sonra vicdansızlığın izlerinin portredeki yüze yansıması... ve tüm bu olayların geri döndürülemez olduğu için bir kere yapılmış olmasının yeterli olmasıydı. Portre adaletli bir yargıç gibi hiçbir detayı atlamıyor ve tüm işlenen şuçlarla birlikte gelen ruhsal değişim eş zamanlı olarak resme yansıyordu. 
      Böyle bir şansımız olsa biz ne yapardık? Kitabı okurken bunu çok düşündüm. Resmin gözler önünde olmasına izin verir miydik? Yoksa biz de onu kimsenin girmediği eski, tozlu bir odada mı saklardık? Kendimiz bile gerçeklerle yüzleşmek konusunda bu kadar zorlanırken, başkalarının bizim gerçekliğimize şahit olması konusunda ne kadar açık yürekli olurduk? Wilde "Toplumun ahlaka aykırı saydığı kitaplar, topluma kendi ayıbını gösteren kitaplardır." diyor. Tüm günahlarımızı, ayıplarımızı, yanlışlarımızı bir halının altında süpürmek yerine alıp duvarımıza asarmıydık? Sanmıyorum. 
     Dorian'ın dedesinin öz torununu tıktığı ve böylelikle gerçekliğinden saklandığı yöntemle Dorian da kendi gerçekliğinden aynı şekilde, aynı odayı kullanarak saklanmayı tercih ediyor. İtalyanların "dimenticatoio" dedikleri bir unutma odaları vardır. Ben bu odayı temsili bir dimenticatoio'ya benzettim.   
     Oscar Wilde'ın ceza sistemini haklı çıkardığı cümleler de hoşuma gitti. Wilde "Ceza görmekte kişiyi arındıran bir şey vardı. İnsanın adil bir tanrıya yönelttiği dua, 'Günahlarımızı bağışla' değil de 'Hatalarımız için bize ceza yolla' olmalıydı." diyordu. 
     Kitapta en çok etkilendiğim bir diğer bölüm ise tüm yaptığı kötülüklerin ardından laf olsun diye yaptığı iyilikten sonra koşarak portredeki değişimi görmeye gitmesi oldu. O korkunç ve çirkin ifadenin kaybolmuş olmasını beklerken, portrenin iğrençliğine kurnaz bir ifade ve ağız kısmına iki yüzlülüğün çizgisinin eklenmiş olmasıydı. Kibirle iyiliğin, heyecan arayışıyla inayetin birbirine karıştığı kavramlar karmaşasında yaşadığımız dönemde ders alacağımız bir çok ifade bulunmaktaydı.  
     Son olarak iyimserlikle ilgili Lord Henry'nin bir tiradı var ki buraya yazmadan geçemeyeceğim: "Hepimiz başkalarına iyilik kondurmayı severiz, çünkü hepimiz de kendi kellemizden korkarız. İyimserliğin temeli katıksız korkudur. Bize yararı dokunabilecek erdemleri komşumuzda görebildiğimiz için kendimizi yüce gönüllü sanırız. Hesabımızdan daha çok para çekebilelim diye bankacıyı överiz, elini cebimize atmasın diye yol kesen haydutta iyi yönler buluruz. Söylediğim her şeyde ciddiyim. İyimserliği son derece hor görürüm ben. Hayatın sönmesine gelince; hiçbir hayat sönmez, yeter ki gelişimi yarıda kalmamış olsun. Bir kişiliği bozmak istiyorsan ıslah et, yeter!..." Aslında burda daha çok saf kötülüğün, çıkar için yapılmış iyilikten daha karakterli bir tavır olduğunun altını çiziyor. 
Sizce de öyle değil mi?