2 Aralık 2013 Pazartesi

GEORGE ORWELL - ASPIDISTRA

Aspidistra... Bir zambak türü...Romanın geçtiği yıllar 1930'lar... Yer İngiltere... Bahsedilen dönemde Aspidistra yalnızca bir zambak türü değil, aynı zamanda bir statü unsuru. Sınıf atlamaya hevesli, acınası insanların evlerinin en güzel köşesine özenle yerleştirdikleri, çirkin yeşil yapraklı bir bitki.
Eskiden aspidistra ile fotoğraf çekilmek bile modaydı

Aspidistra
Romanı okurken aklıma tek gelen şey maliye bölümünde okuyan kuzenimin bir zamanlar bana söyledikleriydi. İstatistiklere göre bazı ürünlerin fiyatı ne olursa olsun talebi asla azalmıyor. Bunlardan birisi de nişan yüzüğü. Nişan yüzüğü, hayati önem taşıyan ilaçlarla aynı kategoride bulunuyor. Şu durumda; hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğumuz ilaçlarla, birlikteliği çevreye duyurmak için taktığımız yüzük ülkemizde aynı kefeye konuyor.
Nişan Yüzüğü = Hayati Önem Taşıyan İlaçlar
George Orwell her zamanki etkileyici anlatımıyla okuyucuyu kitabın içine hapseder. Hayvan Çiftliği ve 1984'ten önce yazdığı bu romanda uzun ama yerinde tasvirler bulunmaktadır. Her dönemde bir başka saçmalığın moda olması planlanmamış bir durum olamaz. Bir insan açken, giyecek giysi bulamazken, soğuktan donarken neden bir çiçeğe sahip olmak bu kadar öncelikli bir hal alır? Orwell ezberci ve gösteriş meraklısı bir toplumun, beyin terk yapılanmasını gözler önüne sermektedir. Bunlar belli bir zümre tarafından beyinlere yerleştirilmiş, sorgulanması yasak eylemlerdir. Toplumda kabul görmek adına, herkes kuzu kuzu  istenileni yapar. Yaptığını sorgulamaksa bir an bile aklından geçmez.
Kitabın başkahramanı, Gordon adında başarısız bir ozandır. Başarısızlığı atalarına dayanmaktadır. Asırlardır Comstock ailesinin başındaki kara bulutlar asla dağılmamıştır. Gordon'un tek başına savaş açtığı büyük bir düşmanı vardır: Para. Para herşeydir. Para sıcak bir yuvadır, ailedir, sevgilidir, güçtür, saygınlıktır, sıcak bir yemektir, köpüklü soğuk biradır, yumuşak kuş tüyü yataktır. Para artık bir araç değil, amaçtır. Bu düşünceyi şu satırlarla dile getirir:
"Para ve kültür! İngiltere gibi bir ülkede parasız ne kadar şövalye olabilirsen o kadar kültürlü olabilirsin."
"Eskiden tanrı neyse, şimdi para oydu. İyi ve kötü artık anlam taşımıyordu, yalnızca başarı ve başarısızlık söz konusuydu. Son derece önemli olan işini başarıyla yürütmek söyleminin kaynağı buydu. Tanrı buyrukları ikiye indirilmişti. Biri işverenler -güzide para rahipleri- için 'Para kazanacaksın'; diğeriyse çalışanlar -yani köleler ve düşük rütbeliler- için 'İşini kaybetmeyeceksin'."
Fight Club'ta Tyler Durden'ın dediği gibi, sahip oldukların zamanla sana sahip olur. Bu yüzden yapılması gereken tek şey, tüm sahip olduklarını ya da olabileceklerini reddetmektir. Eşyalar, arkadaşlar, aile, iş... Bunların hepsi insanı daha fazla sahip olmaya zorlar. Bazen onları kaybetmemek için yaparsın, bazen de kazanmak için... Hepsi kısır bir döngünün halkalarıdır.
 "Para dünyasının içindeydi, ama o dünyaya ait değildi."
Kitabın bir yerinde birden bire süslü bir bardan ve masonların tezgah arkasındaki gizli toplantılarından bahsetmeye başlar. Burası Gordon'un girmek istediği ancak giremediği bir bardır.
"Tezgahın arkasında masonların gizli toplantıları yaptıkları özel bir oda vardı. Kuşkusuz şarkıyı söyleyen onlardı. Büyük üstat ya da adı her neyse, başkanları, sekreterleri onuruna ve de anısına kafa çekiyorlardı." Söyledikleri şarkı Guiness Rekorlar kitabına girmiş olan bir parça... "For he's a very good fellow... (O çok iyi bir dosttur...)" Wikipedia'da verilen bilgiye göre "Happy Birthday (İyi ki doğdun)" den sonra Amerika'da en çok söylenen şarkıymış. "Mason Kardeşliği"nin tercümesi "Mason Fellowship". Bu şarkıda geçen fellow (arkadaş, dost, kardeş) kelimesinin onlarla yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.
For he's a very good fellow lyrics
George Orwell her kitabında olduğu gibi Aspidistra'ya da bir çok gizem yerleştirmeyi başarmıştır. Gordon, o barda kendi apartmanında oturan Flaxman'ı görür. Flaxman sıradan bir adamdır ancak paralı dostları vardır. İstese ondan biraz ödünç para isteyebilir,  rahatlıkla onlarla birlikte bir bira içebilir , ancak bunu asla yapmaz.
Romandaki ilginç karakterlerden birisi de Ravelston'dır. Ravelston sosyalizm sevdalısı zengin bir editördür. Yoksullara sempati duyduğu ve komünizme gönül verdiği için onların hayatını yaşamaya çabalasa da, imkansız olduğunu içten içe bilir. Ravelston "Antichrist" adında bir dergi çıkarmaktadır. Derginin ismine dikkat: "Antichrist" yani "Deccal". Bu derginin bana ilk çağrıştırdığı isim elbette Nietzche. (bkz.) Sürekli olarak övdüğü komünizm ve sosyalizmi Gordon'a da benimsetmeye çalışmaktadır. Ancak Gordon'un ideolojilere karnı toktur. Onun savaşı parayladır. Para üzerine kurulu bu düzen yok olmadıkça, parayı reddetmedikçe gelip giden sistemlerin, o ya da bu "-izmlerin" kimseye faydası olmadığını görmektedir. Ravelston'un sırça köşkünden okuduğu mavallar, uygulamaya geçildiğinde teklemektedir. Kendisi de bunun farkında olmakla birlikte Gordon'daki cesarete sahip değildir.
No Money No Honey!
 Kitaptaki bir cümle beni oldukça düşündürdü: "Görünüşte sıradan bir memur, sabahları sağa, akşamları sola doğru gidip gelen, metro vagonlarında tutunma kayışına aslılanlar ordusunun bir eriydi yalnızca." Kaçımız bu tasvire uyuyoruz? Peki kaçımız bir şeyleri değiştirmek için çabalıyoruz?
Hele bir yer var ki... Günümüzün çalışma hayatını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Orwell diyor ki: "Yapılan iş, aslında yapılmayan bir işti." Çoğumuzun yaptığı, daha doğrusu yapmadığı iş gibi... Bir çok işyerinde olduğu gibi yapılan işlerin çok da büyük bir önemi yok. Çoğumuz sadece çalışmış olmak için çalışıyoruz. Sabah 8'de oturduğumuz masalarımızdan akşam 6 oluncaya dek kalkmıyoruz. Çoğumuz rutin işler yapıyoruz. Çoğunlukla, gün içinde değerli bir bilgi bize uğramıyor. Neler hissettiğimizi kimse önemsemiyor. Kimse kimsenin derinine inmek istemiyor. Aynen Gordon'un yalnızca "kitapçıdaki adam" olması gibi. Kimse onun meziyetlerini bilmiyor, öğrenmek de istemiyor. O, sadece bir araç. Kitapları verip, parayı alan ve kasaya yerleştiren bir kişi. O kadar... Üzgünüm ama sadece o kadar değil... Çok daha fazlası var...

14 Kasım 2013 Perşembe

MICHAEL SIKKOFIELD - Piyon

 ÇOK YAKINDA...
Oyun bitince şah da, piyon da aynı kutuya konur (Socrates), ancak oyun yeniden başladığında şah şahtır piyonsa piyondur. Piyonun aynısından 7 tane daha vardır. Satrançtaki sayıca en kalabalık ve en zayıf olan taştır, ta ki son sıraya ulaşana kadar... Piyon, o son kareye vardığında; o da bir at, kale, fil ya da vezir olabilir ama asla şah olamaz. Şahın değeri piyonlarla ölçülemez. Piyonlar çoğu zaman şahı korurlar. Ama bazen terfi eden bir piyon şahı bile mat edebilir. İşte Micheal kitabında bu olasılıktan yola çıkarak, söz konusu durumu hayata uyarlamıştır. 
 Michael Sikkofield, yazılarını yaklaşık iki yıldır sürekli takip ettiğim, 24 yaşındaki bir blog yazarı. Bloğunda yeni dünya düzeni, illuminati, mason locaları, medya, haarp, mavi ışık projesi, güncel olaylar, gizli örgütler vs. ile ilgili konuları işler.  Gerçek adı da Cemre Demirel'miş. Bunu da kitabın arka sayfasından öğrendik.
Meraklısı için: michael sikkofield
Kendisine bağnaz, yobaz, sosyalist, komunist, idealist ve bilimum -ist bitimli yaftaları yapıştıranlar oldukça yanılırlar. Nitekim bana göre kendisi olsa olsa realist olabilir.

20 Ağustos 2013 Salı

DAN BROWN - Cehennem

Simgeler, semboller, sırlar... Hiç bir şeyin göründüğü gibi olmaması... Çelişkiler, yol ayrımları, ani kararlar, tereddütler, şans ve kader...
Öncelikle Dan Brown kimdir? Hemen anlatayım... New Hampshire doğumlu, Amerikalı bir yazardır. Kendisi Vikipedi'ye göre büyükbabasının da mason olduğunu defalarca verdiği demeçlerde açıklamıştır. Bkz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Dan_Brown
Masonların, çoğunuzun bildiği ünlü bir lafı vardır: "Masonluk masonlardan öğrenilir". Kendisinin ve ekibinin bu konuda bir misyoner gibi çalıştığını ve açık edilmesi gereken bilgiyi, istenilen şekilde tüm dünyadaki okurlara aktarmakla görevli olduğunu söyleyebilirim.
Dan Brown'un "Cehennem" adlı kitabını okudum. Bununla beraber "Da Vinci Kodu"nu ve "Melekler ve Şeytanlar"ı da okudum. Fikrim şudur: Dan Brown iyi bir yüksek lisans tezi yazarı, etkileyici bir araştırmacıdır. Kitaplarında verdiği bilgiler, orta çaplı bir üniversitede okuyan ve yüksek lisans yapmak için yurtdışına giden herhangi bir öğrencinin ya da 799 €'ya Roma-Venedik-Floransa şehir turlarına katılan emekli bir çiftin edinebileceği standart bilgilerdir.
Bunların ötesinde esas üstünde durulması gerekenler, kitaptaki detaylardır. Yazar romanında sürekli şaşırtmacalara yer verir. Öldü dediğiniz kişi canlanır, masum dediğiniz aldatır, yani klasik yin ve yang felsefesiyle ilk adımda beynimizi yıkar. Aslında bahsettiği kız başlarda çok iyi gibi görünmektedir, dışarıdan baktığında tahmin edemezsiniz ancak hikayedeki en kötü karakterdir. Ama o kötü karakterin de böyle davranma nedeni vardır. Sorunlarla yoğurulup bu güne kadar survivor edasıyla yaşayan kızımız sonunda gerçek aşkı, ruh eşini bulmuştur, bu tavırları da ondandır falan filan... Amerikalıların bir sözü vardır. Bilir misiniz? "BULL SHIT". İşte bu anlatılanlar için söylenebilecek iki kelime... 
Kısacası dünyayı bir virüsle yok etmeye çalışan "Zobrist" karakterini sapkın ve ruh hastası gibi gösterse bile sonlara doğru ona karizmatik, üstün zekalı, etkileyici, idealist ve hatta iyiliksever vasıflarını yüklemiştir. Nitekim adamın insan ırkını daha uzun seneler yaşatmak gibi erdemli bir hedefi vardır. Bunun uğruna da gereksiz alt kesimi ortadan yok etmenin ona göre çok da büyük bir sakıncası yoktur. Ne de olsa bu alt tabakadakilerin solunan havanın kirlenmesine neden olmaktan başka bir halta yaradıkları yoktur. Hani sinemada yanınıza oturan sevimsiz, menopozlu teyze, siz tek bir kelime ettiğinizde sizi sevimsizce dürterek uyarır ve tiksintiyle dudaklarını büzüştürüp kaşlarını çatar ya... İşte o an içinizden geçen "gebersen umrumda olmaz" hissini 7/24 her gördüğü insana karşı hisseden topluluktur bunlar. Sonsuz kibirlerine yenik düşmüşlerdir. Arsızca yaratıcı rolüne soyunmaktadırlar.
Şimdi kitaptaki "Transhümanizm" tanımına gelelim. DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) Başkanı transhümanizmi kitapta şu şekilde açıklamaktadır: "Transhümanizm bir tür felsefe, bir aydın hareketidir. Bilim dünyasında hızla yayılmaya başladı. Esasen, insan bedenindeki kalıtımsal zayıflıkları aşmamız gerektiğini ileri sürer. Başka bir deyişle, insan evrimindeki bir sonraki aşamada, kendimizi biyolojik olarak düzenlememiz gerektiğini söyler." (Syf.366)
"... Tehlikeli bir zamandayız. Bugün, gelecek kuşakları daha yetenekli, daha dayanıklı, daha güçlü, hatta daha zeki kılacak genetik dizileri aktive etme imkanına sahibiz. Bu şekilde bir süper tür yaratabiliriz. Kimilerinin, türümüzün geleceği olduğuna inandığı, bu teoride 'geliştirilmiş' bireylere transhümanistler insanötesi diyor."(Syf.367)
Peki bu süper türden kasıt nedir? Şimdi gözlerinizi iyice açın ve yazdıklarımı dikkatlice okuyun... Bu bir polisiye romanı değil... Bu bir araştırma yazısı hiç değil... Bu kesinlikle bir uyarı... Evet aynen öyle... Bir uyarı... Tabii ki her zamanki gibi sadece anlayabilene... Çünkü aynen söyledikleri gibi: "Bir çoğu bakacak ama göremeyecek."
11 eylül için yapılan ön hazırlıkları hatırlayın... Çizgi filmlerin içine yerleştirilen sahneler, oyun kartları, filmler, yazılar vs. Tüm planlı ve çalışılmış felaketler vuku bulmadan önce mutlaka bir şekilde bildirilir. Ancak bizim bunları ayrıştırmamız zordur. Çoğu zaman anlatılanlar hayalle gerçek arasındaki bir boşlukta süzülürler. Bazen sadece bakmak yetmez, görmek için çabalamak gerekir. Bitmek bilmeyen felaket senaryoları türetilir. Kıyametler, doğal ve yapay felaketler, uzaylı ve robot istilaları, zombiler, vampirler, kıtlık... Sürekli olarak her yeni jenerasyon için farklı bir felaket silsilesi... Amaç çoğu zaman boşvermişlik hissini tetiklemektir. İnsanları "elimizden bir şey gelmiyor ki" moduna sokup çaresiz olduklarına inandırmaktır.
Şimdi planlara bakınız. Rus asıllı Dmitry Itskov'un bir projesiyle karşı karşıyayız. Projenin adı "2045". Kendisi bizlere avatar projesi sayesinde ölümsüzlüğü vaad ediyor. Nasıl mı? Hemen anlatayım. Bu çalışmanın 4 aşaması var:
1-Avatar A (2015-2020): İnsan vücudunun robot kopyasının oluşturulması ve uzaktan BCI (Brain-Computer Interface) ile kontrol edilmesi
2-Avatar B (2020-2025): Bir kişinin ölümünün ardından insan beyninin bir avatara yerleştirilmesi
3-Avatar C (2025-2035): Bir kişinin ölümünün ardından kişisel özelliklerinin yapay zekalı avatara aktarılması
4-Avatar D (2035-2045): Hologram görünümlü bir avatarın oluşturulması
Dileyenler devam eden projeyle ilgili daha ayrıntılı bilgi almak için resmi sitesini de ziyaret edebilir: http://2045.com/
Saçma sapan gelebilir ama transhümanistler işte tam olarak bu gibi çalışmalarla uğraşıyorlar. Bunlar çok uzun vadeli projeler. Emin olabilirsiniz ki; hiç birisi bir anda ortaya çıkmadı. Sadece olgunlaşma aşamasına gelene kadar, bir takım alıştırma turları yapıldı. İnsanlar yavaş yavaş bu projeye alıştırıldı.
İnsan olarak doğup, insan olarak ölmenin sakıncası nedir bilemiyorum. Yüzyıllardır hakim olan sistem, kölelik sistemi. Eskiden sadece fiziksel kölelik vardı, şimdi buna bir de zihinsel kölelik eklendi. İnsanlar bağımlı. Para denilen kağıt parçalarını elde etmek ya da banka hesaplarındaki dijital rakamları çoğaltmak için başkalarına "gönüllü" olarak kölelik etmekten çekinmiyorlar. Hedef, insanları içi boş, ruhsuz robotlara dönüştürmek.Yukarıda anlatılan "2045" sürecinde ilerlerken tüm bunlar birer araç. Birileri tanrıyı oynayacak diye insan ırkını zoraki bir evrime sürükleyen bu çabalardan biz çoğu zaman haberdar olamıyoruz. 

28 Mayıs 2013 Salı

GEORGE ORWELL - 1984






Yukarıdaki gözler tanıdık geldi değil mi? Herşeyi gören, herşeyi takip eden o meşhur göz... Açılışı George Orwell'in muhteşem romanı 1984 ile yapmak istedim. 1984'ün yazılış süreciyle ilgili bilgiye aşağıdaki web adresinden ulaşabilirsiniz:


Burada benim size anlatacaklarım biraz daha farklı olacak. 1984 bir distopyayı (yani ütopyanın zıt anlamlısını) anlatmaktadır. Hükümetin gelebileceği en vahim durumu düşünün... İnsanlar akıl almaz bir baskı altındalar, hür irade yok edilmiş, tüm varlıklara el konulmuş, düşünce özgürlüğü ortadan kaldırılmış, işkence yönetimin bir parçası haline gelmiş, süregelen savaşlar ve kıtlık bitmek bilmiyor vs. 
Orwell bu eserinde bizi böyle bir dünyanın içine adeta fırlatıyor. Ben, Cemal Üster'in çevirisini yaptığı Can Yayınları'ndan çıkan "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"'ü okumayı tercih ettim. Okumak isteyenler için kitap kapağı: 


Bu arada Dr. Yalçın Güran'ın 1984 hakkında önceden yazdığı ilginç bir yazıyı da sizlerle paylaşmak isterim:


Gelelim George Orwell'e... Yazarımız iki dünya savaşı görmüş, aklı selim, İngiliz Edebiyatı'nın önde gelen isimleri arasındadır.  Enteresandır ki Orwell 1984 adlı romanını 1948'de yazar. Rakamların yerini değiştirmesinin nedeni, eserin gelecek hakkında kehanetlerde bulunmasıdır. Bununla beraber romanda zıt anlamlı bir çok kelime eş anlamlı gibi gösterilmektedir. Tamamen diktatörlük rejiminin dayattığı bir anlam karmaşası söz konusudur. Romanda geçen partinin üç temel sloganı vardır:

SAVAŞ BARIŞTIR / ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR / CAHİLLİK GÜÇTÜR.


Orwell, kapitalistlere karşı sosyalistlerle omuz omuza savaşır. Ancak sosyalizme olan inancını çabuk yitirir ve sistemi sorgulamaya başlar. Sosyalizmin, idealde mükemmel bir sistemken, pratikte çok da rağbet edilmemesi gereken bir yapılanma olduğunu öngörür. 1984'ü yazdıktan sonra, bir çok insan tarafından sosyalizm düşmanı ilan edilmiş olsa da, işin aslı kapitalizmi ve sosyalizmi bir ipin uç noktaları olarak farzedersek, yazar yalnızca ipin iki ucunu birleştirip, iki ideolojideki ortak noktaları okuyucunun gözleri önüne sermektedir. Zorluklarla dolu 47 yıllık hayatının sonunda geriye sayısız makale ve 10 kitap bırakır.

Kitapları 

Paris ve Londra'da Beş Parasız (1933)

Burma Günleri (1934)

Papazın Kızı (1935)

Zambak Solmasın (1936)

Wigan İskelesi Yolu (1937)

Katalonya'ya Selam (1938)

Daralma (1939)

Hayvan Çiftliği (1945)

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1949)

Kitapta kısaca Winston adlı başkahramanın insani vasıflarını korumak adına otoriteye karşı gelişi ve bunun sonucunda gelişen olaylar anlatılmaktadır. Tabii ki Orwell bu romanında hiciv sanatını konuşturmuştur. Orwell'in hicvinden sadece sosyalistler değil kapitalistler de nasibini almıştır. 1950'ye kadar yayınlanmamasının nedeni ise bu iğneli anlatımda yatmaktadır. 



Anlatılan öyle bir dönemdir ki, tüm halk evlerindeki tele-ekran denilen teknolojik aletler tarafından 7/24 izlenmektedir. Bu aletler aracılığıyla insanların zihinleri hiç durmadan kontrol edilmekte, yaptıkları tüm hareketlere yön verilmekte, duyguları tamamen yok edilmekte ve ruhları öfke ve nefretle doldurulmaktadır. Size tanıdık geldi mi?



Büyük Birader halkın lideridir. Aslında fiziksel anlamda Büyük Birader diye birisi yoktur, hiç var olmamıştır. Tüm halk, bu uydurma karakterin varlığına körü körüne inanmaktadır. Onu sadece tele-ekranlarda ve partinin hazırladığı posterlerde görürler. Ancak hiçkimse bu uğruna savaşılan, tapılan, yere göğe sığdırılamayan karakterin bir an olsun etten kemikten halini görmek istemeyi aklından bile geçiremez. Verilen bilgi yeterlidir, kafa yorup yeni bilgiler edinmeye gerek yoktur . Zaten parti, halk için en doğrusu neyse onu uygular. Geçmişte ülkemizde ve dünyada çok sevilen ve çok izlenen bir yarışmayı hatırlarsınız. "Biri bizi gözetliyor" yabancı ülkelerde yayınlanan ismiyle "Big Brother" = "Büyük Birader". O rating rekorları kıran, "muhteşem" televizyon yarışmanın amacını sanırım anlamışsınızdır.

Türkiye'deki BBG Evi ve Bize "Kazandırdığı"Değerler
Amerika'daki Big Brother Yarışmasının Jeneriği (Dikkat: Solda herşeyi gören göz)
Yazar ayrıca kitapta üç süper devletten bahseder. Bunlar Avrasya, Okyanusya ve DoğuAsya'dır. Asıl enteresan olan bu üç büyük devletin oluşum hazırlıklarının günümüzde de hızla devam etmesidir. Ülkelerin sınırlarını şu şekilde çizmektedir: "Avrasya, Portekiz'den Bering Boğazı'na kadar, Avrupa'nın ve Asya anakarasının tüm kuzeyini kapsar. Okyanusya, Kuzey ve Güney Amerika'yı, aralarında Britanya Adaları'nın da bulunduğu Atlas Okyanusu adalarını, Avustralasya'yı ve Afrika'nın güneyini içine alır. Ötekilerden daha küçük olan ve batı sınırı pek o kadar belirli olmayan Doğuasya ise, Çin ve onun güneyindeki ülkeleri, Japon adalarını ve Mançurya, Moğolistan ve Tibet'in büyük ama durmadan değişen bir bölümünü kapsar."

George Orwell'in Hayali Dünya Haritası
Ocenia - Okyanusya
Eurasia - Avrasya
Eastasia - DoğuAsya
Disputed - Tartışmalı Topraklar
George Orwell kitabın bir yerinde "En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır" der. Aslında bu söz herşeyi tamamen açıklar. Yazar, bize hep bildiklerimizden bahsetmektedir. Bildiğimiz ancak tek  bir kümede toplayamadığımız düşünce baloncuklarından...

İşte kitapta geçen, ilginizi çekebilecek, etkileyici cümleler:

"Küçük kurallara uyarsan, büyük kuralları çiğneyebilirdin."


"Ayrıcalıklı kesimlere bile sıkıntı çektirmek, bilinçli bir tutumun sonucudur; çünkü genel bir yoksunluğun hüküm sürmesi küçük ayrıcalıkların önemini artırır ve böylece bir kesim ile öbürü arasındaki farkı büyütür."


"İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de."


"Totaliterler, Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın' diye dayatıyorlardı. Biz ise, insanlara, 'Sen aslında şusun, aslında şöyle düşünüyorsun, şuna inanıyorsun' diye bastırıyoruz." Burada araya girip iki çift laf etmek icab ediyor. İnsanlara "ne istedikleri" modayla, "ne düşündükleri ve neye inandıkları" ise teknolojiyle dayatılıyor. Sizce aşağıda gördüğünüz insanlardan, moda adı altında beyinleri yıkanmadan şu kıyafetleri giymeleri ya da bu saçlarla sokakta dolaşmaları istense ne yaparlardı?


Moda olduğu için giyilen dışkı sarısı botlar

Orwell birazdan okuyacağınız cümlelerle de elit kesimin asıl planını tüm saydamlığıyla gözler önüne sermektedir: "Bizi geçmişteki tüm oligarşilerden farklı kılan, ne yaptığımızı biliyor olmamız. Onların hepsi, hatta bize benzeyenleri bile korkak ve ikiyüzlüydü. Alman Nazilerinin ve Rus Komünistlerinin yöntemleri bizim yöntemlerimize çok yaklaşmıştı, ama onlar kendi güdülerini tanımayı hiçbir zaman göze alamadılar. İktidarı zorunlu olarak ve belirli bir süre için ele geçirdiklerini, yolun sonunda insanların özgür ve eşit olacakları bir cennetin beklediğini söylüyorlar, dahası belki de buna inanıyorlardı bile. Biz öyle değiliz Kimsenin iktidarı sonradan bırakmak amacıyla ele geçirmediğini biliyoruz. İktidar bir araç değil, bir amaçtır. Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. Zulmün amacı zulümdür. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır."

Şimdi bu cümlelere lütfen dikkat: "Biz maddeye hükmediyoruz, çünkü zihne hükmediyoruz. Gerçeklik kafanın içindedir. Yavaş yavaş öğreneceksin, Winston. Bizim yapamayacağımız hiçbir şey yok. Görünmezlik, havaya yükselme, ne istersen. İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden. İstemiyorum, çünkü Parti istemiyor. Doğa yasalarıyla ilgili bu on dokuzuncu yüzyıl düşüncelerini kafandan atmalısın. Doğa yasalarını biz yaparız." Amaç beyinlerin yıkanması demiştim. Bunun çok yönlü yapılması ve hızla yayılması gerekiyor. Günümüzde bu tarz bir yozlaşmaya en çok hız veren teknolojidir. Bu bloğu yazmak gibi belli bir amaçla kullanıldığında değil, kalabalık içinde dev bir yalnızlığa, bencilliğe, bireysel bir yaşantıya, toplumdan git gide uzaklaşmaya, özünü unutmaya, beyinlerin yıkanmasına ve aşağıdaki görüntülere neden olduğunda:






Son olarak kötü emellerin ulaşacağı noktayı bir de George Orwell'in ağzından dinleyin: "İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?" Winston, biraz düşünüp, "Acı çektirerek," dedi."Tamam işte. Acı çektirerek. Boyun eğmek yetmez. Acı çekmiyorsa, kendi iradesine değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi? Eski reformcuların hayalini kurduğu o enayi, zevk düşkünü ütopyaların tam tersi bir dünya. Korku, ihanet ve azap dolu bir dünya, ezmenin ve ezilmenin dünyası, kendini yetkinleştirdikçe daha az acımasız olacak yerde daha da acımasız olan bir dünya. Bizim dünyamızda ilerleme, daha fazla acıya doğru bir ilerleme olacak. Eski uygarlıklar ya sevgi ya da adalet üstüne kurulduklarını öne sürüyorlardı. Bizim uygarlığımız ise nefret üstüne kurulu. Bizim dünyamızda korku, öfke, zafer ve kendini aşağılamadan başka bir duyguya yer yok. Başka ne varsa hepsini yok edeceğiz, hepsini. Devrim öncesinden bu yana süregelmiş düşünce alışkanlıklarını daha şimdiden kırıyoruz. Çocuk ile ana baba, insan ile insan, kadın ile erkek arasındaki bağları kopardık. Artık hiç kimse karısına, çocuğuna ya da arkadaşına güvenmeyi göze alamaz. İleride kimsenin karısı ve arkadaşı olmayacak. Çocuklar, tıpkı tavuğun altından alınan yumurtalar gibi, doğar doğmaz annelerinden alınacaklar. Cinsellik içgüdüsü yok edilecek. Dölleme, tayın vesikasının yenilenmesi gibi, her yıl yinelenen bir formalite olacak. Orgazmı ortadan kaldıracağız. Nörologlarımız şu sıralar bunun üzerinde çalışıyorlar. Parti'ye sadakat dışında sadakat diye bir şey olmayacak. Büyük Birader'e duyulan sevgi dışında sevgi diye bir şey olmayacak. Düşmanı bozguna uğrattıktan sonra atılan zafer kahkahası dışında hiçbir kahkaha atılmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacak. Kadiri mutlak olduğumuzda bilime gereksinimimiz kalmayacak. Güzellik ile çirkinlik arasında hiçbir ayrım olmayacak. Merak diye bir şey, yaşama sevinci diye bir şey olmayacak. Yaşamın tüm zevkleri yok edilecek. Ama durmadan büyüyen ve gittikçe ustalaşıp yetkinleşen bir iktidar esrikliği her zaman var olacak; bunu hiç aklından çıkarma, Winston. Zafer heyecanı, umarsız düşmanı ezip geçmenin coşkusu her zaman, her an yaşanacak. Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek."

Başka söze ne hacet... Herşey ortada... Son olarak geçmişteki güzellik kavramıyla şimdiki güzellik kavramını karşılaştıralım. Siz de ne demek istediğimi kolaylıkla anlayacaksınız...

Ingrid Bergman - 1984'ün yazıldığı yıldaki (1948) güzellik kavramı ve o yıllardaki gençler tarafından örnek alınan oyuncu
Lady Gaga - Günümüzün (2013) gençler tarafından en çok sevilen ve örnek alınan şarkıcılarından biri  



27 Mayıs 2013 Pazartesi

ORHAN PAMUK - Masumiyet Müzesi


                     

Bu bir aşk romanı değil. Hayır... Bu bir saplantı romanı. Aşk dolu dakikalar geçirmek, teselli  bulmak, eğlenmek, mutlu sonla veda etmek gibi bir niyetiniz varsa, yazar: "Hayatımın en mutlu anı dediğim şey bitip ayrılma vakti geldiğinde..." diyerek cümleye başladığı anda kitabı kapatın ve okumayı bırakın. Zira taze bir ayrılık yaşıyorsanız, duygularınızı daha da baskı altına alacak bir roman.

Kitabın yazarı, olaylı Nobel Ödülü ile daha geniş kitleler tarafından tanınan Orhan Pamuk. Kendisi ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek isteyenler aşağıdaki linke tıklayabilir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Orhan_Pamuk

Bize yalnızca, Orhan Pamuk hakkındaki ön yargıları bir kenara bırakıp, değişik bir bakış açısıyla yazılan bu eseri edebiyat adına incelemek düşer.

Roman, çok yüzeysel bakıldığında, yeşilcam filmlerindeki zengin oğlan, fakir kız arasındaki imkansız aşkı anlatmaktadır. Tabii ki tam olarak amaçlanan bu değildir. Bu romanı okuyup hakkında yüzeysel fikirler yürütmek zaten pek de mümkün değildir.

Romanımızın baş kahramanlarının isimleri Kemal ve Füsun'dur. Romanda bu isimlerin bile özel nedenlerle seçilmiş olduğunu düşünüyorum. Kemal varlıklı bir ailenin kıymetli oğludur, sosyeteden Sibel adındaki bir gençkızla birliktedir ancak bir anda karşısına çıkan, uzaktan akrabası Füsun'un güzelliği delikanlının aklını başından alır, evlilik arifesindeki bu genci adeta büyüler. Kemal'le Füsun Merhamet Apartmanı'ndaki bir dairede sık sık buluşup, sevişmeye başlarlar. Bu arada Sibel ve Kemal nişanlanırlar, hatta 70'lerin İstanbul'unda radikal bir karar alarak bir müddet birlikte bile yaşarlar, ancak Kemal, Füsun'u unutamaz, bir süre ikilemde kalsa da sonunda nişanı bozar.
Kemal'in anlamı: En yüksek değer, mükemmellik
Füsun'un anlamı: Şaşırtıcı güzelliğe sahip, efsun
Sibel'in anlamı: Bulutla yer arasında toprağa düşmeyen yağmur damlası (Gerçekleşmeyen çabayı anımsatır)

Buraya kadar çok da can alıcı bir durum yok gibi gözüküyor. Ancak olayın esas başladığı yer Merhamet Apartmanı'dır. Burada Füsun'la seviştikten sonra Füsun'un elinin değdiği herşeyi gizlice ayırmaya ve bir kenara kaldırmaya başlar. Füsun'un yokluğunda bu eşyalarla avunmaktadır. İşte bu süreçte Masumiyet Müzesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar.

Orhan Pamuk bir röportajında bir takım nesneleri romanı yazmadan önce biriktirip onlara bakarak yazılarını yazdığını söyler. Masumiyet Müzesi, bu nedenle, son derece canlı, soluk alıp veren, gerçekçi tasvirlere dayalı bir kitaptır.

Romanı ve müzeyi eş zamanlı yapılandırmak Pamuk'un yaratıcılıktaki dehasını ortaya koyar. Nitekim söz konusu müze, kitapta bahsedilen tüm nesneleri sergilemek üzere, Çukurcuma'da kurulmuştur. Kitabın içinde müzeye tek girişlik bir bilet ve müzenin bulunduğu yerin haritası bulunmaktadır.




Masumiyet Müzesi'ni okurken beni en çok rahatsız eden, eserin başka bir dile çevrilme kaygısıyla yazılmış olmasıydı. Bu tarz bir kaygı nedeniyle Türkçe'nin yerinde kullanılmamış olması, okuyucudaki isteği yok etmektedir. Bir kaç örnek vermek gerekirse:

"Şimdi bu Kenan yeni şirketin başarılı müdürü mü olacak?" dedi Sibel son günlerde gitgide benimsediği alaycılıkla. Bu cümle, yabancı bir dile kolay çevrilsin diye kurulan devrik cümlelere ve kullanımlara bir örnektir.

Keskinler beni akşam yemeğine çağırmazlardı, çünkü masada benim yerim sürekli olarak hazır tutulurdu. İngilizce'de Jefferson ailesinden bahsederken "The Jeffersons" kelimesinin kullanılması gibi Keskin Ailesi demek yerine "Keskinler" kelimesinin kullanılması, cümlenin tamamen tercüme kaygısıyla yazılmış olmasından kaynaklanmaktadır.

... Füsun'un yıllarca topladığım şeylerine bu yüzden o kadar bağlı olduğumu bana gösterdi. Burada geçen "şeylerine" sözcüğü İngilizce'ye çevrilip "things" olarak düşünüldüğünde daha sağlam bir cümle ortaya çıkmaktadır.


Ben Keskinlerin evine haftada dört akşam"oturmaya" gidiyordum."Oturma" tabirinin, Türk okurlarımın çok iyi bildiği, ama müzemin yabancı ziyaretçilerinin hemen anlayamayacağı "misafirliğe gelmek", "geçerken uğramak", "birlikte vakit geçirmek" gibi, sözlüklerde vurgulanmayan ama çok yaygın anlamını, özellikle Nesibe Hala sık sık kullanırdı. Akşam evden ayrılırken, bana nezaketle hep şöyle derdi Nesibe Hala: "Kemal Bey yarın gene gelin, gene otururuz."

Yukarıda bahsettiğim ve kitapta bulunan bir çok örnekte olduğu gibi Orhan Pamuk, romanı yazarken Türkçe düşünmemiştir, bu da anlatımı yer yer yavanlaştırmıştır.

Romanın bir diğer hoş yanı, geçmişte kalan bir çok ayrıntıyı yeniden günümüze taşımış olmasıdır. Roman, eski İstanbul'u yeniden yaşatması açısından etkileyicidir. İnsanların o dönemde sıklıkla kullandıkları ancak günümüzde terk ettikleri cümlelere de dikkat çeker.

İstanbul - Taksim 1975

"Devam filmini çekmemiz için o kadar çok ısrar vardı ki, Feridun hayır demenin "eşyanın tabiatına aykırı" (o zamanın bir başka basmakalıp sözü) olduğunu söyledi." Parantez içinde bize bilgi vermesinin nedeni çeviri kaygısından ötürü olabilir. İleride bu sözcüklere anlam veremeyecek olan gelecek nesil için de açıklama yapmış olması mümkündür.

Yazar, kapitalizmin benimsenmesinin ardından yavaş yavaş ülkeye giren yabancı ürünlerin tercih edilmesini, bu ürünlerin hızla yerli malının yerini almasını oldukça iyi işler: "Coca Cola bayilere kredili satış yapıyor, bedava pleksiglas panoveriyor, takvimler, hediyeler dağıtıyor, baş edemiyoruz," dedi Zaim."Gençler de zaten maymun gibi, Maradona'nın (dönemin futbol yıldızı) elinde Coca Cola görünce, Meltem daha ucuz, daha sağlıklı, yerli malı filan dinlemiyorlar, illa ki onu içecekler."



"Bulgaristan Sosyalist Cumhuriyeti'nde üretilen ve Türkiye'ye kaçakçı gemileri ve balıkçı tekneleriyle sokulan sahte Marlborolar da Amerika'daki hakiki Marlborolar gibi, bir kere yakıldıktan sonra sonuna kadar yanardı. Samsun ise kendi kendine yanıp bitmezdi. Tütünü nemli ve kabaydı. İçinden kimi zaman yeterince öğütülmemiş tahtamsı parçalar, tütün yaprağının kalın damarları ve nemli tütün topaklan çıktığı için, Füsun sigarasını yakmadan önce parmaklarının arasında ezerek sigarayı yumuşatırdı." Yakın geçmiş olduğu için çoğunun hatırlayacağı, ancak gün geçtikçe unutulan detaylarla birlikte keyifli bilgiler verilmiştir.




Okuyucunun ilgisini romanın önceki sayfalarına yöneltmek istediğinde, bunu zekice başarır. Hafızası kuvvetli müzegezer dediği okuyucularını kutlarcasına şunları söyler: "Onları devlet dairelerinin işkencesinden ve kuyruklarda beklemenin eziyetinden koruyabilmek için Satsat'ta bu işlere bakan komiser Selami'yi devreye sokmuştum.(Dikkatli okurlar, sekiz yıl önce emekli komiseri kayıp Füsunun ve Keskin ailesinin izini bulsun diye görevlendirdiğimi hatırlayacaklardır.)" ya da "Dikkatli okurun aşk hakkındaki incilerini hatırlayacağı psikanalizci ünlü Türk ruh doktoru o sırada Amerika'dan yeni dönmüş, İstanbul'da dar bir sosyete çevresine mesleğinin ciddiyetini papyonu ve piposuyla kabul ettirmeye çalışıyordu."

Özetle, Pamuk, Masumiyet Müzesi'nde, 1970'lerde yaşayan burjuvaların içi boş eğlence anlayışlarını, fakir insanların zenginleşme hayallerini, sinemanın hayata yansımasını ve dönemin siyasi olaylarının toplum üzerindeki etkisini en iyi biçimde okuyucuya aktarır.

Kitabı okumuş olun ya da olmayın, yazarın uzmanlık alanı olmamasına rağmen, hayret verici derecede büyük fedakarlıklarla kurmuş olduğu Masumiyet Müzesi'ni mutlaka görün. Kimbilir belki de size kendi küçük masumiyet müzenizi çağrıştırır, siz de empati yapar, kendinizden bir parça bulursunuz.